Allah Rasulu’nün (s.a.s.) doğumu ile bütün cihan yepyeni bir dirilişe tanık oldu. Nasıl olmasın ki, insanlık âlemi o zamana kadar kâmil ahlâktan habersizdi. Allah’ın yüce Rasulü (s.a.s.) onu tamamladı. Sevgimiz eksikti Rabbimiz kendisine en sevgili olanı bize gerçek muhabbeti öğretmek için gönderdi. Şefkat, tevazu, letâfet ve nezakette bütün insanlık için model oluştu. Bakın 18.yüzyıl şairlerimizden vecd insanı Şeyh Gâlip bunu nasıl dile getiriyor:
Biçâredir ümmetlerin isyanına bakma
Dest-i red urup hasret ile düzâha yakma
Rahm eyle aman âteş-i hicranına yakma
Ezcümle kulun Gâlib’i pür cürmü bırakma
Sen Ahmed-ü Mahmud-ü Muhammedsin Efendim
Haktan bize sultan-ı müeyyedsin Efendim
Rasulü Ekrem’e (s.a.s.) bağlılık kelimelerden öte sünnete ittiba ile yaşamaya dönüşürse her iş kolaylaşır. İşte bakın Niğde’nin Bor ilçesinden 18.yüzyıl hak âşıklarından Ahmed Kuddûsi sabah rüzgârını en seri postacı olarak kullanıp Hazreti Muhammed’e (s.a.s.) nasıl selâm gönderiyor:
Ey bâd-ı saba es yürü ol yâre selâm et
Mahbub-ı Hüda Ahmed-i Muhtar’a selâm et
Sevdası anın etti beni zârü perişan
Arz eyle bu ahvalimi dildâre selâm et1
Muhabbetin yolu bilmekten, tanımaktan ve emirlerine sımsıkı sarılmaktan geçer değil mi dostlar? Bütün ömrünü ümmetini yoğurup adam etmede harcayan ve bu yolda en çetin çileleri severek göğüsleyen kendisine yapılan hiçbir kötü harekete misliyle cevap vermeyen Efendiler Efendisinin (s.a.s.) yolunda acaba biz kaç saatimizi harcaya biliyoruz? O’nun sünnetine son derece bağlı ve bu vesile ile saygısı doruğa çıkan bir Hak aşığını, bakın Hazret-i Muhammed (s.a.s.) nasıl karşılıyor? Birlikte kulak verelim ne âşıklar gelip geçmiş efendim. 17.yüzyılda yaşayan Urfalı Nâbi hem tanınmış bir âlim hem de şairdir. Osmanlı’nın güzel geleneklerinden biri olarak asker ve sivil yüksek seviyedeki bir devlet heyetinin başında 1678 yılında Hacc’(a) gider. Yolculuk o günün şartlarında yedi ay kadar sürer. Medine’ye yaklaşıldığı bir sırada akşam olmuştur. Kum üzerinde derûnî ibadetten sonra sofralar kurulur ve yemeğin ardından yorgunluktan derman kalmadığı için birer, ikişer yere serilip uykuya dalar arkadaşları. Hele rütbeli bir zatın ayaklarını uzatıp yatması ona çok gîran gelir. Nâbi’nin ayakları şişmesine ve gözleri süzülmesine rağmen edebinden ayaklarını uzatıp bir türlü yatamaz. Ya Ravza’ya doğru uzanırsa bunun hesabını nasıl verecek? Semavat ve arzın hatırına yaratıldığı Rasulü Ekrem’e (s.a.s.) saygısızlık nasıl olur diye hep nefsiyle çatışır durur ve ancak diz üstü çömelerek şu beyti gözyaşları içinde ve sessizce terennüm eder:
Sakın terk-i edepten kûy-ı Mahmûd-u Hüda’dır bu
Nazargâhı ilâhidir makam-ı Mustafa’dır bu
Kafile daha sonra yola koyularak sabah ezanına yakın Medine’ye varır. Fakat o da nesi? Sabah ezanından önce müezzinler bir şeyler okumaktadır. Selâtü selam sanırla ama değil. Yaklaşırlar evet Nâbi’nin gözyaşları içinde ve hiç kimseye bildirmeden terennüm ettiği beytinin bütün minarelerde aynı anda okunduğuna şahit olurlar. Nâbi hayretten dona kalmıştır. Bir müezzini bulup sorar bu okuduğunuz nedir diye? Fakat müezzin keyfiyeti anlatmak istemez fakat çok ısrar edince gece Hazreti Rasulün (s.a.s.) rüyalarına girerek “Dikkat edin ümmetimden benim dostum Nâbi geliyor. Ezandan önce onun bu beytini okuyacaksınız.” Nâbi inanamaz. Çekilip bir köşeye hıçkıra hıçkıra ağlar ve beş beyitten ibaret olan bu şiirini daha sonra tamamlar.” Demek ki Allah’ın yüce Habibi beni ismimle andı ve ümmetinden dostum dedi.”diye tekrar edip kendiden geçer. Evet, Hâtemül Enbiya ümmetini takip ediyor ve mukabele ediyor. Yeter ki onun sünnetine ve dostluğuna layık hareket edelim. Ne büyük müjde ve ne büyük nimet ve saadet!
16.Yüzyıl Divan Şairi Fuzûli meşhur Su Kasidesi şiirinde Peygamberimizin (s.a.s.) sevgisinin kalbini parçaladığını ve buna suyun bir çare olamayacağından başlayarak onun aşkından susuz kalıp çatlayan dudaklarına su aradığını belirtir. En çarpıcı ifadesi de şudur:” Pınar suları Hazreti Muhammed (s.a.s.) ’in ayağının toprağından geçerken aldıkları ilhamla ömür kazanıp devamlı akar ve akarlar. O’nun elini öpmekten mahrum kalırsam toprağımdan testi yapın ve onunla Efendimize su verin, hiç değilse böylelikle ona yaklaşmış olayım.”
Saçma ey göz eşk’den gönlümdeki odlâre su
Çün bu denlü tutuşan odlâre kılmaz çare su
İşte peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et
Susuzam bir kez bu sahrada benimçün âre su
Dest bûsî arzusuyla ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yare su
Hâki pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer avare su
Yüzlerin donuklaştığı, sıla-i rahmin terk edilip selâm sabahın unutulduğu, her şeyin maddi çıkarla ölçüldüğü günümüzde Rasulullah’ın (s.a.s) sünnetine sarılma onun emirlerini yaşama ve yaşatmaya; çatlayan toprağın suya hasreti kadar muhtacız. Bakın Allah Rasulü (s.a.s.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur: “Mümin seven ve sevilen, dost olan ve dostluk kurulandır. Sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur.” Ve yine başka bir hadiste şöyle buyuruyor: “Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız. Mümin olmadıkça da cennete giremezsiniz.”
Dünyaya daldık seni unuttuk Efendim ne olur bizim perişanlığımıza bakma. Ondört asırdır çerâğın beşeriyyet ufuklarını apaydınlık etti. Sen son derece şefkat ve merhamet sahibisin. Bizi ümmetliğine kabul buyur ve susuz çöllerde yalnız bırakma... Okulların kaliteli insan yetiştirdiği dönemlerde öğretmen olan Kur’an Müfessiri ve Birinci Dönem Balıkesir Milletvekili merhum Hasan Basri Çantay aynı zamanda güzel şiirler kaleme alan nadide bir mahalli gazetecidir. İşte onun bestelenerek halka mal olmuş bir şiiri:
Sevdim seni hep canlara canan diye sevdim
Bir ben değil âlem sana kurban diye sevdim
Mahşerde nebiler bile senden medet ister
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim
Bülbül de senin bağrıyanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteşi sûzan diye sevdim
Evlâdü iyalden geçerek Ravzana geldim
Evsafını methetmede Kuran diye sevdim
Kıtmirinim ey şâh-ı Resul kovma kapından
Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim
18.asır Osmanlı Padişahlarından Sultan III. Ahmed Peygamber Efendimize (s.a.s.) ait ve Nakş-ı Kadem denilen mübarek ayak izlerine vurgun olduğu için onu Mısır’daki Kayıtbay türbesinden getirterek Eyyüp Sultan türbesine koydurmuştu. O gece rüyasında efendimizin idare ettiği mahkemede Kayıtbay’ın kendisinden davacı olduğunu görür ve Allah Rasulü Kademin yerine intikal ettirilmesine hükmeder. Uykudan dehşetle uyanan padişah Üsküdar’(ımızı)şereflendiren Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine onu anlatır. Rüya gayet açık ve kesindir ve emanet yerine iade edilmelidir. Bunun üzerine III. Ahmet çok üzülür ve göndermeden önce Kademin sorguç şeklinde bir maketini yaptırarak üzerine meşhur şiirini işler ve ölünceye kadar da kavuğunun ön tarafında taşır. İşte saygı ve işte idarede ona bağlılık. Onun bu kıtasını Sultanahmet Camiinin sol tarafının ön kısmında altın yaldızlı ve mavi renkli levhada görmek mümkündür:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i pâkini ol Hazreti şâh-ı Resulün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün
Şimdi sizleri yaklaşık yüzyıl öncesinin Kayseri ilinden Tavas ilçesine götürüyoruz. Bir Rum ailesinin Diyamandi adlı bir çocuğu dünyaya gelir. Liseyi Kastamonu’da birincilikle bitiren Diyamandi bir gün Mevlânâ’ya ait bir beyte rastlar. O zamanki okullarda Arapça ve Farsça mükemmel öğretildiği için beytin mânâsını anlamakta gecikmez:” İsterim hasretle doğranmış yürek, derdimi dökeyim feryad ederek...” Bundan çok etkilenen Diyamandi başarılı bir Avukat olur ama boşluktadır. Galata Mevlevi hanesine devamla müslüman olur.3 Engin Resul aşkı bakın satırlarına nasıl yansımıştır:
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım Ya Resulellah
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım Ya Resulellah
Ezel bezminde dinmez bir figândım Ya Resulellah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım Ya Resulellah
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasib olmaz mı sultanım haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım Ya Resulellah
Mevlânâ deyip de geçilir mi dostlar, asırlardır susayan gönüllere su serpen Hak âşıkı Mevlânâ, Habibi Zişan için ne kadar samimi bir saygıya sahiptir:
Men bende şudem, bende şudem, bende şudem
Men bende beserus gende şudem
Her bende ki âzâd şeved şad şeved
Men bende azâdem ki bende şudem
(Köle oldum, köle oldum. Ben Rasulü Ekrem’e ( s.a.s.) köle oldum. Her köle bağları çözüldükçe sevinç duyar ben ona bağlandıkça mutluluk duyuyorum.)
Şairler nazımlarına yepyeni bir renk, mâna ve kudret katarken ilhamlarını Efendimizden aldılar. Sanatkârlar gönülleri ve dilleri salâvatla coşarken birbirinden güzel eserler meydana getirdiler. Böylece nesilden nesile zevk, lezzet ve âhenkle seyredilen, okunan
ve dünyayı mest eden çeşitli ve mahir sanat eserleri ortaya konuldu. Her şeyde en güzel model ve en canlı örnektir O. Hazreti Muhammed (s.a.s.) En güzel aile reisi, en güçlü kumandan, en şefkatli peygamber, en başarı devlet idarecisi O dur. Süleyman Çelebi’nin Mevlidini okurken o canlı mânayı nağmeye feda etmemek ve kelimeleri değiştirmemek gerekiyor. Canla başla dinlerken bir yandan da devamlı ve sessizce salâvatı şerife getirmeliyiz. Zira 600 yıl evvel Bursa Çekirge semtindeki Yoğurtçu Tekkesinde kalan ve uzun yıllar Ulu cami’ye imamlık yapan çelebi bir gece sabaha kadar ağlayıp mevladan, Rasulü Zişanı en iyi tanıtacak eseri lütfetmesini diler. Cenabıhak duasına icabet ederek eserini altı asırdır yaşatıyor:
Bu gelen ilmi ledün Sultanıdır
Bu gelen tevhid-ü irfan kânıdır
Bu gelen aşkına devreyler felek
Yüzüne muştak durur ins-ü melek
Mısır’da Berberi asıllı Muhammed Busîrî bilindiği gibi gönül meclislerinde vird halinde sık sık okunan Kaside-i Bürde’nin yazarıdır ve bu meşhur eserini 800 yıl önce kaleme almıştır. Hayatının son yıllarında felç geçiren Busîrî bir gece tazarru ve niyazla Haktan şifa dileyerek yatar. Rasulü Ekrem (s.a.s.) rüyasına teşrif eder ve yazdığı kasideyi okumasını söyler. Kendisi için birçok kaside yazdığını ve hangisini emrettiğini sorar Busîrî. Efendimiz ilk beytini okuyarak Kaside-i Bürde-yi ister. O okudukça Allah’ın yüce Rasulü iki tarafına salınarak zevkle dinler ve ardından mübarek hırkasını çıkarıp onun üzerine örter ve sırtını sıvazlar. Uyandığında felç tamamen yok olmuştur. Bunun da bir bölümünün tercümesi şöyledir:
Hazreti Muhammed Hakkın sesidir
Her iki dünyanın Efendisidir
Arap-Acem onun bir bendesidir
Zaman o gül gibi gül görmüş değil
Sen de o güzelin önünde eğil
Kolay mı sanırsın nefisle savaş,
Günlerce evinde kaynamazdı aş,
Açlıktan karnına bağlıyordu taş
O bir peygamberken böyle yaşardı
İşte bu sebeple zoru başardı4
Tek şef rejiminin en sıkıntılı döneminin adamı merhum N.Fazıl Kısakürek de şöyle haykırır:
Beri gel serseri yol
Onun ümmetinden ol
Sel sel kümelerle dol
Onun ümmetinden ol
Gel dünya mundar kafes
Gel gırtlakta son nefes
Gel arşı arayan ses
Onun ümmetinden ol
Solmaz, solmaz bu bir renk
Ölmez, ölmez bir âhenk
İnsanlık hevenk, hevenk
Onun ümmetinden ol.
Yazımızı Şam şehri hadis ulemasından Abdullah Sıraceddin Hoca Efendinin duası ile noktalıyalım:”Allahümme, selli ela seyyidina Muhammedin ve ela alihi ve sehbihi ve
Sellim. teslimen selaten teftehu lena ebvaber rıza vetteysiri. Vetuğliku biha ebvabeş şerri vette’siri. Ente Mevlana feni’mel mevla veni’men nesir.” (Ey Allahım Muhammed Aleyhisselama, ailesine ve ashabına selatü selam eyle. Öyle ki bu selatü selam ile sen bize rıza ve kolaylık kapılarını açar, şer ve zorluk kapılarını kapatırsın. Sen bizim Mevlasızsın, sen ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcısın.) Âmin.
Dipnotlar:
1- Yenidünya Mecmuası Sayı:138 Shf:41
2- Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı C:1 Shf:555
3- Prof. Dr.Mehmet Demirci, Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar Shf:121
4- Mahmud Kaya, Kaside-i Bürdeyi Türkçe Söyleyiş Shf:44-48